8 Nisan 2017 Cumartesi

Kilisenin dibinde bir Zulal hala


Tarih boyunca insanların huzur ve güven içerisinde yaşadığı bir dönem sanmıyorum ki olsun. Her dönemin gerçekliği ve koşulları o dönemin tanıkları için bir dizi sıkıntıları beraberinde taşıyordu şüphesiz. Açlık ihtiyacımı giderebilmek için avlanmak durumunda değilim belki ama savaştan kaçan insanları linç edip, çadırlarını baltalarla parçalayan barbar bir orduyla yaşamak zorundayım diye düşündüm (bu neredeyse korsan filmci Erdem ile çarpışmadan hemen önceydi). Kaza eseri dünyanın en büyük imparatorluklarından birinde padişaha rakip olabilecek, katlimin fermanı kardeşim tarafından verilecek toy bir delikanlı olarak, ya da Nazi vahşetinden kaçmaya çalışan bir Yahudi olarak da doğmadım. Bu satırları şimdikinden 200 yıl sonra yazsam, belki de tam olarak şimdi durduğum yeri önceki cümleme bir virgül daha ekleyip örnek olarak verecektim. Kişisel dezavantajlarımı ve sistem için düşman olmamı gerektiren bir dizi sebebi –bunlara ihtiyaç duymadan da yeterince zor olduğu için- es geçiyorum.

Savaşla yaşamak zorunda, toplumca yitirilen ve bu sebeple bir zulüm haline dönüşen birlikte yaşam koşullarıyla, tüm dünyanın gözleri önünde işlenen cinayetlere tanık olarak (Santiago Nasar cinayetinden farklı olarak başından itibaren hiçbir “acaba”ya yer bırakmayacak derecede yöntemi ve sonucu açık biçimde), bu cinayetlerle övünmekten herhangi bir çekince duymayan insanların arasında, yüzüne hapşırmaktan da çekinmeyen, ya da gözlerini memelerine dikmekten de çekinmeyen, hatta sana tecavüz de etmekten çekinmeyen, ya da ya da ya da. Listemiz öyle uzayıp gidiyor ki mesela ne kadar uzadığını düşünmek ayrı bir stres yaratıyor.

Bir aylak gibi vitrinlerin önünden geçip, arada duraksayıp gördüğüm haberlerin alt yazılarını ve birkaç saniyede bir tekrar eden aynı görüntüleri birkaç saniye izledikten sonra, eve gelene dek haber bültenleri için kayda değer bulunan haberlerin hepsini öğrenmiş, hatta bir iki komik kedi ve bebek videosu bile izlemiştim. Nasıl talihsiz bir döneme ve koşullara denk geldiğimi, bundan kendi kendime hayıflanırken aslında her dönem çoğunluğun benzer hayıflanmalarla belki de dudağının içini kemirerek –tıpkı şimdi benim yaptığım gibi- aylak aylak yürüdüğünü düşündüm.

Sonra bugün otobüsteki o kadınlar ya da benim halim de neydi öyle? Kendimi tanıyamaz duruma geldiğim bir nefrete, belki kibre, tahammülsüzlüğe sahip halim? O da nesiydi? Peki ya o otobüse arkadan itile itile bindirilen, hepsi birbirine benzer şekilde giydirilmiş, bir kısmı tırnaklarını yemiş içe kapanık ve sanki her kötü ihtimali gözlerinde topluyormuşçasına kocaman bir korkuyla –büyüklerin- dizleri ve baldırları arasında etrafına bakınan zavallı çocuklarla, muhtemelen onların kuzenleri ya da komşuları olan daha cin göz, yaramaz ve istediğini alana dek bilmiş bilmiş konuşan ya da bağıran çirkin çocuklar? Ya onların anneleri ve ablaları ve teyzeleri ve Songül yengeleri ve Nermin halaları ve Rıfat amcalarının karıları? Bu topluca sosyalleşmeye çalışan aslında toplumun çoğunluğunu oluşturan tipolojinin bana ne haddimse garip gelmesiyle beraber, evet bu altın gününe giden kadınların memelerini ve göbeklerini, daha kısa olanların koltuk altlarını biz oturanların kafasına sürtmesi ve Tigran Hamasyan’a karışan bir takım gelin görümce çekişmelerinin yüksek sesle yapılan dedikodusu? O da neydi öyle? Takribi 70 dakika sürecek olan yolda yapacağım ya da yapmayacağım her hamleyi düşünmek ve eve ruh/sinir sağlığıma en az hasar verecek şekilde varmam gerektiğini anladığım an? Hey o da neydi öyle? Kamburumu çoğalttım, lacivert pardösülü kadının koltuğunun altında, memeleri ve başörtüsünün püskülleri kafama değerken ağrıyan kasıklarımı sıcak tutma çabası ile, okuduğum metne ve dinlediğim müziğe odaklanmaya çalışarak koltukta adeta saklanmaya çalışmam? Kafasını kutuya sokup görünmediğini sanan salak kediler gibi? Bir takım tali modern insan sıkıntıları. Şehirleşmeden bıktım usandım, bir an önce işe girsem de iyice delirsem, powerbank’imin şarjı bitti, internet faturamı ödemem gerek, eve giderken odaya yüksek watt tasarruflu bir ampul almayı ihmal etmeyeyim, güneş de yok çamaşırları salona asacağım ve tüm akşam burnum kaşınacak lanet olsun. Lanet olsun böyle insanlara, bu yaz denize girebilecek miyim, bikini giyebilecek miyim, savaşa gidenler dönebilecek mi, gözlüğümü nereye koydum?

Sonra birden sıçrıyorum olduğum yerde. Annemin ağzından hafifçe bir geğirti çıkıyor. Önce pardon diyor. Ne düşünüyorsam ondan sıyrılmaya çalışıyorum tam o an, kafam anlatmakta zorlanacağım derecede bulanık. Sonra gözleri elinde yapmakta olduğu işte olan annem tekrar sesler çıkarmaya başlıyor. Sesler dediğime bakmayın zira kendisi benimle konuşuyor. İlk söylediği birkaç kelimeyi yakalayamasam da algılarımı açabiliyorum. Zulal hala diyor, “Zulal hala da kilisenin dibinde otururdu, kara kuru çirkin bir kadındı, hatırımda yaşlı doğmuş kadar yaşlıydı, kilisenin dibinde oturur torunlarına sırtını öfelettirirdi. Sırtı öfelendikçe de tok tok geğirirdi. Rahmetliyi hep öyle hatırlarım.” Bu lafın üzerine gözlerimi tekrar annemin elindeki patatesten çekip kapıdan sızan ışığa çevirdim. Üzerine düşünmem ve hayalimde canlandırmam gereken birkaç ayrı konu var. Sonra sıralamayı pek hatırlamıyorum. Önce Zulal halayı hayal etmişim misal. Şimdi torunları ile tanış olduğum bir kadın. Zayıf, esmer, belirgin şakaklara sahip bir yüz, yöresel bir fes ve eski yazmalarla yarım örtülmüş bir baş. Sonra bir alemdir bizim köy. Yukarı ve aşağı mahalle olarak bölünmüştür. Köyün meydanı aşağı mahallede olmakla birlikte aşağı mahalleden yukarı mahalleye çıkılan yoldadır. Tüm köyün ihtiyacını gideren dağ suyu köyde dört yerden geçer, biri bizim yukarı evin (sonradan kuruyacak olan) hargı, biri yukarı evin önündeki çeşme, biri köy meydanı, biri kilisenin karşısı yani bizim diğer evin önündeki çeşme olmak üzere dört adet gürül gürül patlayan su noktası. Buraya nasıl geldiğimi ise inan hatırlamıyorum. Köy dediğimde aklıma hemen bu çeşmeler ve etrafındaki yerleşik yaşam geldiğinden olacak, her yolun çeşmelere çıkması gibi, köye dair tüm anılarım çeşmelere çıkıyor.


Sevilen kedilere Ermenice insan isimleri verilen bu köyde sosyalleşme köy meydanından ziyade kilisenin dibinde, kilisenin karşısında, kilisenin çeşmesinin çevresinde yani kilise meydanında yapılır. Şimdilerde içerisinden ince bir dere geçen, ısırgan bağlamış, bir yanına saman yığılmış, tavanı olmayan ve kimi duvarları yıkık olan bu kilise dönemin yaşlılarının buluşma ve dinlenme mekanıymış. Bizim köyde kahvehane yoktur misal. Kadınlar ve erkekler hep birlik kilisenin dibinde oturur, gelenle geçenle laflar, gün arası mola verirler. O dönem de durum tam olarak böyleymiş. Ermenilerin zorunlu göçünün ardından köye yerleşen Alevilik inancına mensup dar bir nüfus, çok sevimli ve masum görünmekle birlikte öyle olmadığını anımsamamız gereken bir yaşam paylaşmış, üremiş, akraba olmuş. İşte neyse kilisenin dibinde oturup sırtını ovduran ve geğirerek rahatlayan Zulal halayı düşündüm. Kim bilir hangi mide hastalığından muzdarip olan bu kadının çocukluğuna ve gençliğine dair bilinmeyen anılarını, hayallerini, tasalandığı şeyleri, merak ettiği şeyleri, sonra kimsenin pek de üzerine düşünmediği cinsel arzularını, mesela yataktaki halini, kocasını sevip sevmediğini, başka birini isteyip istemediğini, akşamüzeri tarlalarda koştuğunu, yengeçlerin güneşlendiği bir saat kalenin dibindeki derede çamaşır yıkadığını, gülümsediğini, gözlerini kapatıp yaprakların hışırtısını ve rüzgarı dinlediğini, sözgelimi bir kedi sevdiğini, bir keçi sağdığını, çiçeklerin yapraklarını okşadığını, yanaklarını ve dudaklarını kızartmak için karamık sürdüğünü, sonra arılardan kaçtığını, eline yeni geçen taze bir entariye sarılıp uyuduğunu, hiç deniz görmediğini, bir sürü şeyi. Küçük bir köyde başka insanların acılar içerisinde bıraktığı evlerde ve topraklarda yaşayan, belki mutlu olmaya çalışan, onların fırınında topluca ekmek pişiren, sıcak ekmeğe yağ, peynir dürüp yiyen, yanına çay demleyip ceviz gölgelerinde dinlenen insanları, bunların ilişki ağlarını, bilinmeyen niceleri düşündüm. Sonra kapının arasından sızan ışık kesildi. Yoksa Zulal halanın kilise meydanında sırtını bir bebekmişçesine okşayan ve onu geğirten torun olmanın ne demek olduğu üzerine de, bu duydukça ve yazdıkça masum, belki sevimli, genellikle (belki de bağlarım nedeni ile) tebessüm ettiren –hatıranın- bugün otobüste göbeğini kafama sürten teyzelerle ne gibi bir farkı olduğunu da, hissettirdiklerini de düşünecektim. Elektrikler kesilmiş olsa gerek, bu belediyeler yaşamımızı mahvediyorlar. Lanet olsun.