Bir kafede oturmuş, yoksunluk çeken bir bağımlı gibi durmaksızın bacağını sallıyorsun. Kafenin bir kısmına güneş vuran bahçesinin küçük olması, bir yabancının neredeyse kişisel alanına girecek yakınlığın seni hiç rahatsız etmediği gibi, yabancıyı rahatsız etmekten çekinmiyorsun. Zaten yaşamda hiçbir şeyden çekinmeyen enteresan bir havan var, yok değil. Eski ve kirlenmiş, griye dönmüş beyaz bir kulaklığın, ağzında çevirip çıtır çıtır sesler çıkardığın bir sakızın var. Kültür sanat fanzinine benzer, ucuz saman kağıda basılmış, siyah beyaz bir broşürün neredeyse tüm satırlarının altını, açık mavi renkte bir kalemle çiziyorsun. Saçlarını tepeden toplamış ucuna mor bir tüy takmışsın, yine kirli beyaz üzerinde gümüş fontla Versace yazan bir gözlük kabın var, beyaz tombul yüzün kırmızı iri sivilcelerle dolmuş, leopar desenli uzun basma kumaştan bir elbise giyinmişsin, bacakların yara içinde, kirli ve pembe spor ayakkabıların ve memnuniyetsiz ifadenle, iğrenç görünüyorsun.
Masanda birkaç renkli kalem, broşür, içinde içecek kalmamış, buz dolu ve pembe pipete sahip cam bir bardak var. Sakızını patlatıyorsun. Broşürün her satırını insanlara şov olsun diye çiziyormuş gibi bir halin var. Belki de okumuyorsun. Sesini merak ediyorum. Sesini, çok merak ediyorum. Seni konuşturmak için öyle arzu doluyum ki, kulaklığımı çıkardım, sadece konuşmanı bekliyorum, kahvem bitti, lütfen konuş ve gideyim diye düşünüyorum. Konuş ki bütün geceyi seni merak ederek geçirmeyeyim. Lütfen bacağını durdur artık. Seni uyarsam, “Hanımefendi, bacağınız yüzünden okuduğuma odaklanamıyorum” desem, hayır o itici ifadenin, o parlak ama yargılayan gözlerin, o gereksiz özgüvenin bakışlarına maruz kalamam, istemeden gözüm yüzündeki içi irin dolu kırmızı lekelere kayarsa, kendimi durduramazsam, bir obsesif gibi, bakmamalıyım diye düşünürken aşırı derecede stres olursam, hayır bunu yapamam. Ha keza “Sizi ilgilendirmez” gibi bir cevap vereceğine o kadar eminim ki. Sesine duyduğum merağa değer mi? Biraz daha sabretsem belki yeni bir içecek söyler. Belki.
Tanrının sevgili kuluyum, bir adam yaklaşıyor. Yüzüne güneş vuruyor. Görüş alanıma girdiği ilk anda onun senin yanına geleceğini hissediyorum. Heyecanla kalbim çarpıyor. Yoksa ben bir falcıyım da, yoksa bende birtakım olağan dışı yetenekler var da, yoksa ben hayattaki çeşitli çarpışmaları hissedebiliyorum, öngörebiliyorum da bunu fark edemiyor muyum? Yoksa benim dileklerim aslında gerçek oluyor da, o gün su içmediğim için başımın ağrımasıyla aradaki korelasyonu kuramadığım, sigara içmediğim için iç sıkıntısı yaşadığımı anlayamadığım, fazla kafein aldığım için kalp çarpıntısı yaşadığımı üzerine biraz düşünmeden anlayamadığım gibi anlayamıyor muyum? Yoksa ben geleceği görebiliyor muyum. Sesinizi duymak için deliriyorum. Karşı masada bir adam beni izliyor. Adam oldukça bir dostuma benziyor. Adam da benim sesim için, ya da tişörtümü oracıkta kaldırmam için çıldırıyor olabilir mi? Dostum, aklından ne geçiyor?
Adam beni geçip senin masana oturuyor. Oturmadan seni tam da beklediğim şekilde ağzından ıslak ve ses çıkaran bir öpücükle selamlıyor. Tüylerim diken diken oluyor, belli etmeden kollarımı ovuşturuyorum. Ey adam sen, sen. Belki de 15 yıl öncesinden kalma siyah bir ayakkabı giyinmişsin, onu o kadar iyi boyamışsın ki, temiz ve neredeyse yeni görünüyor. Siyah kumaş pantolonun, siyah eski model bir ceketin, içerisinde pembe bir tişörtün var. Neon sarı çizgileri olan spor bir sırt çantasını ayaklarının arasına koyuyorsun. Saçların oldukça beyaz, yüzün sinekkaydı tıraşlı, gözünde 2000’ler güneş gözlüğü, adi bir pezevenge benziyorsun.
Bin şükür ki konuşmaya başlıyorsunuz. Oldukça tok bir sesin var, yumuşak konuşuyorsun, tütün sarıp bir sigara yakıyorsun. Sen ise cevap veriyorsun, evet diğer sen, sonunda duydum sesini, zorlama bir inceltme ile, çocuk taklidi yapar gibi bir konuşman var. Kısık sesle konuşuyorsunuz, bunca vakit sizi beklemişken ben? Öfkeleniyorum. Kulağımın tekini diğerinden daha güçlü çalıştırabileceğime inanırsam başarabilirmişim gibi bir hisse kapılıyorum geçici bir süre. Hani, aslında ben tıpkı bir süper kahramanmışım da, yeni mi fark ediyormuşum? Birazdan oldukça sıradan göründüğü için sempati duyduğum garson kadın servis tepsisi ile yanımdan geçerken birden ayağı takılacakmış da, kadını sağ elimle belinden yakaladığım an, sol elimle tepsiyi havada yakalayacak, üzerinde içinde bir dilim tiramisu olan tabağı ve sade filtre kahveyi hiç dökmeden tepsiye alabilecekmişim, karşı masadaki adam bana olan hayranlığından aklını tamamen kaybedecekmiş, evime kadar peşimden gelecekmiş. Olabilir mi bu?
Onun karşısında patilerini çenesinin altına toplayıp uyumuş yumuşak bir kedi gibisin. Bacağını sallamayı bıraktın. Çocuk taklidi yaptığın sesinle ona hoşgeldin diyorsun. Pek konuşmuyorsunuz. Adamın yaşlı elini öpüyorsun. Aşık görünüyorsun, sadece sen, öyle görünüyor ya da görünmek istiyorsun. Borcum var diyorsun direkt konuya girip, çocuk sesini bırakmadan. Manava, bir iki yere daha, burada da sürekli oturup bir şeyler içiyorum, buraya da biraz borcum var. Şaşırıyorum. İnsanların bu rahatlığı beni her seferinde şoke ediyor. Dönüp, içme o zaman demek istiyorum. İçme, bir limonata ya da soğuk kahve, tiramisu ya da latte, içme o zaman. Adam e halledelim gibi bir şey söylüyor. Kadının hep ben sana borç verirdim, şimdi de sen bana veriyorsun gibi bir şey söylediğini belli belirsiz duyuyorum. Dönüp, daha yüksek sesle konuşun demek istiyorum. Daha yüksek sesle konuşun ben sizi dinlemek için buradayım. “Bana ne lazım biliyor musun?” Diyorsun, “Bana güzel bir güneş gözlüğü lazım.”
Adam cebinden 100 lira çıkarıp büyük bir özgüvenle kasaya “şunu iki ellilik yapar mısınız?” diyor. Çok yakın olduğum için ve tanımadığım insanlarla göz göze gelmekten korktuğum için tam olarak izleyemiyorum. Görüş alanımın solunda, kadrajımın neredeyse dışında kalan belli belirsiz görüntüleri ve sesi kafamda tamamlayarak zihnimde o masayı karşıdan kesintisiz izlediğimi hayal ediyorum. Adam 50 lirayı kadına uzatıyor, başka bir iki bir şey de uzatıyor ama anlayamıyorum. Cebindeki bir iki beşlik olsa gerek diye düşünüyorum. Kadın yine belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyor, uykusunda sayıklayan çocuk sesi ile ayağını hafif hafif, cilveli bir şekilde çeviriyor. Neredeyse etrafına hafif meşrep bir koku yayıyor. Ensesinden çıkan saçları ile oynuyor, ya da yağlı saçlarının köklerini kaşıyor da ben öyle sanıyorum. Bir tatil anısından bahsedip, bir daha gidelim mi? Diyor. Gidin, mutlaka gidin, ama önce manavın ve kahvecinin borcunu kapat lütfen. Sizin yaşama karşı olan sorumsuzluğunuz yüzünden kendimi dev bir enayi gibi hissediyorum. Henüz almadığım sorumlulukların planlarını küçük yetersiz kafasının içerisinde bir yük gibi taşıyan ben, bu rahatlık karşısında kıskanç bir öfkeyle ateşler içinde kalıyorum.
Adam kalkması gerektiğini söylüyor, toplam 7-8 dakika ya oturuyor ya oturmuyor. Yine aynı yapay tonunla, sevimlilik takınarak “tamam” diyorsun. Adamın uzun bacakları doğruluyor, atletik bedeni sana doğru eğiliyor, bana öyle yakınsın ki, ikimiz de sırtımızı duvara yaslamışız, adam üzerine kapanarak seni duvarla kendisi arasında sıkıştırıyor. Pembe kalın dudaklarını açarak yüzüne doğru yaklaşıyor. Beyaz ama arkasının sapsarı ve diştaşı dolu olduğuna adım kadar emin olduğum dişlerini ağzını araladığı an, istemeden görüyorum. Hani bakmıyorum da, adam benim alanıma da girdiğinden yaklaşan bir tehlikeyi görür gibi görüyorum. Karşıdan karşıya geçerken dimdik ileri bakmama rağmen hızla gelen kırmızı bir arabayı fark eder gibi ya da üzerime koşan birinden saniyelik ürperir gibi görüyorum. Adam seni öpüyor. Adam seni elinin tekini duvara koyup, üzerine eğilip, ıslak ıslak, vıcık vıcık ve ses çıkara çıkara öpüyor. Uzun uzun. İçimden 26ya kadar sayıyorum. 26ya kadar öpüyor. Karşıdaki adamla göz göze geliyorum.
Garson kadın göz göze geldiğim adamın karşısındaki sandalyeye oturup görüş alanımızı kapatıyor, rahatlıyorum. 26 oluyor. Islak adam gidiyor. Az önce masanın üzerine özensizce çıkarıp attığın, birbirine dolaşmış kulaklığı yine aynı özensizlikle neredeyse kablolarını koparır gibi yarım yamalak çözüyorsun. Diğer garsondan bir tiramisu ve bir limonata daha istiyorsun. Sakızını çevirmeye, bacağını sallamaya, çizdiğin satırları tekrar çizmeye devam ediyorsun. Seni o kadar sevmedim ki, borçlanacak kadar sık geldiğin bu kafeye artık sırf seni görmemek için gelmeyeceğim. Senin bu çevreni rahatsız etmeye yönelik duymadığın kaygı, senin borçların, senin o bana yük olan sivilceden görünmeyen tenin, senin aşırı yağlı vücudun, senin “benim hakkım olan alana” bıraktığın ve ben gelince kaldırmadığın, tenezzül dahi etmediğin (ve çantamı karşıdaki sandalyeye bırakmak zorunda kalışımın yaşattığı unutamayacağım eziklik) eprimiş çantan, senin bana dert olan bu kaygısızlığın bir daha yaşamak istemediğim bir deneyim. Senin o dünya benim etrafımda dönüyor gibi davranan, insandan insana oynayan sesini sikerim. Seni bir daha görmeyeceğim.
Şimdi eve yürürken durduk yere yanımdaki belki de masum bir insana aşırı derecede sinir olmuş olmanın vicdan azabını yaşayacak, odamdaki aynada yüzümü izleyecek, bu hesaplaşmanın sonundan yıkık ama belki de çenemin ne kadar güzel olduğunu tekrar fark ederek çıkacağımı biliyorum. Sola dönmeme iki sokak var, daha 4 dakika birazdan bunu düşüneceğimi düşünerek geçiriyorum. Yoksa hani ben kötü biriymişim de sırf kedileri köpekleri sevdiğim, çocuklarla çocuk ağaçlarla ağaç olmayı sevdiğim için kendimi iyi biri mi sanıyormuşum? Yoksa demem o ki hani ben durduk yere insanlara kurulup kafasında kurduğu hayallerle onları iğrenç bulan delinin tekiymişim de annem çok iyi bir insan olduğu için ben de kendimi iyi mi sanıyormuşum? Neden olmasın.