6 Mart 2020 Cuma

Feriköy'de Bir Kafede



Bir kafede oturmuş, yoksunluk çeken bir bağımlı gibi durmaksızın bacağını sallıyorsun. Kafenin bir kısmına güneş vuran bahçesinin küçük olması, bir yabancının neredeyse kişisel alanına girecek yakınlığın seni hiç rahatsız etmediği gibi, yabancıyı rahatsız etmekten çekinmiyorsun. Zaten yaşamda hiçbir şeyden çekinmeyen enteresan bir havan var, yok değil. Eski ve kirlenmiş, griye dönmüş beyaz bir kulaklığın, ağzında çevirip çıtır çıtır sesler çıkardığın bir sakızın var. Kültür sanat fanzinine benzer, ucuz saman kağıda basılmış, siyah beyaz bir broşürün neredeyse tüm satırlarının altını, açık mavi renkte bir kalemle çiziyorsun. Saçlarını tepeden toplamış ucuna mor bir tüy takmışsın, yine kirli beyaz üzerinde gümüş fontla Versace yazan bir gözlük kabın var, beyaz tombul yüzün kırmızı iri sivilcelerle dolmuş, leopar desenli uzun basma kumaştan bir elbise giyinmişsin, bacakların yara içinde, kirli ve pembe spor ayakkabıların ve memnuniyetsiz ifadenle, iğrenç görünüyorsun.

Masanda birkaç renkli kalem, broşür, içinde içecek kalmamış, buz dolu ve pembe pipete sahip cam bir bardak var. Sakızını patlatıyorsun. Broşürün her satırını insanlara şov olsun diye çiziyormuş gibi bir halin var. Belki de okumuyorsun. Sesini merak ediyorum. Sesini, çok merak ediyorum. Seni konuşturmak için öyle arzu doluyum ki, kulaklığımı çıkardım, sadece konuşmanı bekliyorum, kahvem bitti, lütfen konuş ve gideyim diye düşünüyorum. Konuş ki bütün geceyi seni merak ederek geçirmeyeyim. Lütfen bacağını durdur artık. Seni uyarsam, “Hanımefendi, bacağınız yüzünden okuduğuma odaklanamıyorum” desem, hayır o itici ifadenin, o parlak ama yargılayan gözlerin, o gereksiz özgüvenin bakışlarına maruz kalamam, istemeden gözüm yüzündeki içi irin dolu kırmızı lekelere kayarsa, kendimi durduramazsam, bir obsesif gibi, bakmamalıyım diye düşünürken aşırı derecede stres olursam, hayır bunu yapamam. Ha keza “Sizi ilgilendirmez” gibi bir cevap vereceğine o kadar eminim ki. Sesine duyduğum merağa değer mi? Biraz daha sabretsem belki yeni bir içecek söyler. Belki.

Tanrının sevgili kuluyum, bir adam yaklaşıyor. Yüzüne güneş vuruyor. Görüş alanıma girdiği ilk anda onun senin yanına geleceğini hissediyorum. Heyecanla kalbim çarpıyor. Yoksa ben bir falcıyım da, yoksa bende birtakım olağan dışı yetenekler var da, yoksa ben hayattaki çeşitli çarpışmaları hissedebiliyorum, öngörebiliyorum da bunu fark edemiyor muyum? Yoksa benim dileklerim aslında gerçek oluyor da, o gün su içmediğim için başımın ağrımasıyla aradaki korelasyonu kuramadığım, sigara içmediğim için iç sıkıntısı yaşadığımı anlayamadığım, fazla kafein aldığım için kalp çarpıntısı yaşadığımı üzerine biraz düşünmeden anlayamadığım gibi anlayamıyor muyum? Yoksa ben geleceği görebiliyor muyum. Sesinizi duymak için deliriyorum. Karşı masada bir adam beni izliyor. Adam oldukça bir dostuma benziyor. Adam da benim sesim için, ya da tişörtümü oracıkta kaldırmam için çıldırıyor olabilir mi? Dostum, aklından ne geçiyor?

Adam beni geçip senin masana oturuyor. Oturmadan seni tam da beklediğim şekilde ağzından ıslak ve ses çıkaran bir öpücükle selamlıyor. Tüylerim diken diken oluyor, belli etmeden kollarımı ovuşturuyorum. Ey adam sen, sen. Belki de 15 yıl öncesinden kalma siyah bir ayakkabı giyinmişsin, onu o kadar iyi boyamışsın ki, temiz ve neredeyse yeni görünüyor. Siyah kumaş pantolonun, siyah eski model bir ceketin, içerisinde pembe bir tişörtün var. Neon sarı çizgileri olan spor bir sırt çantasını ayaklarının arasına koyuyorsun. Saçların oldukça beyaz, yüzün sinekkaydı tıraşlı, gözünde 2000’ler güneş gözlüğü, adi bir pezevenge benziyorsun.

Bin şükür ki konuşmaya başlıyorsunuz. Oldukça tok bir sesin var, yumuşak konuşuyorsun, tütün sarıp bir sigara yakıyorsun. Sen ise cevap veriyorsun, evet diğer sen, sonunda duydum sesini, zorlama bir inceltme ile, çocuk taklidi yapar gibi bir konuşman var. Kısık sesle konuşuyorsunuz, bunca vakit sizi beklemişken ben? Öfkeleniyorum. Kulağımın tekini diğerinden daha güçlü çalıştırabileceğime inanırsam başarabilirmişim gibi bir hisse kapılıyorum geçici bir süre. Hani, aslında ben tıpkı bir süper kahramanmışım da, yeni mi fark ediyormuşum? Birazdan oldukça sıradan göründüğü için sempati duyduğum garson kadın servis tepsisi ile yanımdan geçerken birden ayağı takılacakmış da, kadını sağ elimle belinden yakaladığım an, sol elimle tepsiyi havada yakalayacak, üzerinde içinde bir dilim tiramisu olan tabağı ve sade filtre kahveyi hiç dökmeden tepsiye alabilecekmişim, karşı masadaki adam bana olan hayranlığından aklını tamamen kaybedecekmiş, evime kadar peşimden gelecekmiş. Olabilir mi bu? 

Onun karşısında patilerini çenesinin altına toplayıp uyumuş yumuşak bir kedi gibisin. Bacağını sallamayı bıraktın. Çocuk taklidi yaptığın sesinle ona hoşgeldin diyorsun. Pek konuşmuyorsunuz. Adamın yaşlı elini öpüyorsun. Aşık görünüyorsun, sadece sen, öyle görünüyor ya da görünmek istiyorsun. Borcum var diyorsun direkt konuya girip, çocuk sesini bırakmadan. Manava, bir iki yere daha, burada da sürekli oturup bir şeyler içiyorum, buraya da biraz borcum var. Şaşırıyorum. İnsanların bu rahatlığı beni her seferinde şoke ediyor. Dönüp, içme o zaman demek istiyorum. İçme, bir limonata ya da soğuk kahve, tiramisu ya da latte, içme o zaman. Adam e halledelim gibi bir şey söylüyor. Kadının hep ben sana borç verirdim, şimdi de sen bana veriyorsun gibi bir şey söylediğini belli belirsiz duyuyorum. Dönüp, daha yüksek sesle konuşun demek istiyorum. Daha yüksek sesle konuşun ben sizi dinlemek için buradayım. “Bana ne lazım biliyor musun?” Diyorsun, “Bana güzel bir güneş gözlüğü lazım.”

Adam cebinden 100 lira çıkarıp büyük bir özgüvenle kasaya “şunu iki ellilik yapar mısınız?” diyor. Çok yakın olduğum için ve tanımadığım insanlarla göz göze gelmekten korktuğum için tam olarak izleyemiyorum. Görüş alanımın solunda, kadrajımın neredeyse dışında kalan belli belirsiz görüntüleri ve sesi kafamda tamamlayarak zihnimde o masayı karşıdan kesintisiz izlediğimi hayal ediyorum. Adam 50 lirayı kadına uzatıyor, başka bir iki bir şey de uzatıyor ama anlayamıyorum. Cebindeki bir iki beşlik olsa gerek diye düşünüyorum. Kadın yine belli belirsiz bir şeyler mırıldanıyor, uykusunda sayıklayan çocuk sesi ile ayağını hafif hafif, cilveli bir şekilde çeviriyor. Neredeyse etrafına hafif meşrep bir koku yayıyor. Ensesinden çıkan saçları ile oynuyor, ya da yağlı saçlarının köklerini kaşıyor da ben öyle sanıyorum. Bir tatil anısından bahsedip, bir daha gidelim mi? Diyor. Gidin, mutlaka gidin, ama önce manavın ve kahvecinin borcunu kapat lütfen. Sizin yaşama karşı olan sorumsuzluğunuz yüzünden kendimi dev bir enayi gibi hissediyorum. Henüz almadığım sorumlulukların planlarını küçük yetersiz kafasının içerisinde bir yük gibi taşıyan ben, bu rahatlık karşısında kıskanç bir öfkeyle ateşler içinde kalıyorum.

Adam kalkması gerektiğini söylüyor, toplam 7-8 dakika ya oturuyor ya oturmuyor. Yine aynı yapay tonunla, sevimlilik takınarak “tamam” diyorsun. Adamın uzun bacakları doğruluyor, atletik bedeni sana doğru eğiliyor, bana öyle yakınsın ki, ikimiz de sırtımızı duvara yaslamışız, adam üzerine kapanarak seni duvarla kendisi arasında sıkıştırıyor. Pembe kalın dudaklarını açarak yüzüne doğru yaklaşıyor. Beyaz ama arkasının sapsarı ve diştaşı dolu olduğuna adım kadar emin olduğum dişlerini ağzını araladığı an, istemeden görüyorum. Hani bakmıyorum da, adam benim alanıma da girdiğinden yaklaşan bir tehlikeyi görür gibi görüyorum. Karşıdan karşıya geçerken dimdik ileri bakmama rağmen hızla gelen kırmızı bir arabayı fark eder gibi ya da üzerime koşan birinden saniyelik ürperir gibi görüyorum. Adam seni öpüyor. Adam seni elinin tekini duvara koyup, üzerine eğilip, ıslak ıslak, vıcık vıcık ve ses çıkara çıkara öpüyor. Uzun uzun. İçimden 26ya kadar sayıyorum. 26ya kadar öpüyor. Karşıdaki adamla göz göze geliyorum.

Garson kadın göz göze geldiğim adamın karşısındaki sandalyeye oturup görüş alanımızı kapatıyor, rahatlıyorum. 26 oluyor. Islak adam gidiyor. Az önce masanın üzerine özensizce çıkarıp attığın, birbirine dolaşmış kulaklığı yine aynı özensizlikle neredeyse kablolarını koparır gibi yarım yamalak çözüyorsun. Diğer garsondan bir tiramisu ve bir limonata daha istiyorsun. Sakızını çevirmeye, bacağını sallamaya, çizdiğin satırları tekrar çizmeye devam ediyorsun. Seni o kadar sevmedim ki, borçlanacak kadar sık geldiğin bu kafeye artık sırf seni görmemek için gelmeyeceğim. Senin bu çevreni rahatsız etmeye yönelik duymadığın kaygı, senin borçların, senin o bana yük olan sivilceden görünmeyen tenin, senin aşırı yağlı vücudun, senin “benim hakkım olan alana” bıraktığın ve ben gelince kaldırmadığın, tenezzül dahi etmediğin (ve çantamı karşıdaki sandalyeye bırakmak zorunda kalışımın yaşattığı unutamayacağım eziklik) eprimiş çantan, senin bana dert olan bu kaygısızlığın bir daha yaşamak istemediğim bir deneyim. Senin o dünya benim etrafımda dönüyor gibi davranan, insandan insana oynayan sesini sikerim. Seni bir daha görmeyeceğim.

Şimdi eve yürürken durduk yere yanımdaki belki de masum bir insana aşırı derecede sinir olmuş olmanın vicdan azabını yaşayacak, odamdaki aynada yüzümü izleyecek, bu hesaplaşmanın sonundan yıkık ama belki de çenemin ne kadar güzel olduğunu tekrar fark ederek çıkacağımı biliyorum. Sola dönmeme iki sokak var, daha 4 dakika birazdan bunu düşüneceğimi düşünerek geçiriyorum. Yoksa hani ben kötü biriymişim de sırf kedileri köpekleri sevdiğim, çocuklarla çocuk ağaçlarla ağaç olmayı sevdiğim için kendimi iyi biri mi sanıyormuşum? Yoksa demem o ki hani ben durduk yere insanlara kurulup kafasında kurduğu hayallerle onları iğrenç bulan delinin tekiymişim de annem çok iyi bir insan olduğu için ben de kendimi iyi mi sanıyormuşum? Neden olmasın.

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Erikli kayısılı etli salata

Düşündüm dedim ki hep yoğunlaşmış, sımsıkı hallerimde yazdığım sıkıcı yazıları burada arşivlemenin yanı sıra, bari uydurup yerken -ov cizıs- dediğim yemekleri de yazayım, zaten bloğa pek bakan da yok, günlük gibi de kullanırım. Şükelalaaa!

 "Babam bugün köyden geldi"

Evet köyden baba ve anne gelmesi baya önemli oluyor. Zira teyze, hala, amca, dayı, kuzen falan geldiğinde onların getirdiklerinden en fazla biraz nasiplenebiliyorsun, oysa ana baba öyle mi? Gerçi benim babam biraz cinstir, dolu valiz gider boş valiz gelir. Ne hikmetse bu sefer telefondaki ajitatif propagandama dayanamamış, bir koli de olsa bir şeyler getirmiş, sağolsun varolsun.

Kolimde ne var?

Sonra koliyi açarken aklıma "sırt çantamda ne var" temalı  bir video çekmek geldi, hani komik de olurdu, içerisinden 2 litre kola şişesi boyunda kabak çıkıyor falan, eğlenirdik de, üşendim de, şimdi kim uğraşacak. "Kolimde pembe gömlek, kot şort, yumuşacık sevgi dolu bir kalp ve kol gibi similya var" şakaları da yapardım belki, o esnada 2 litre kola şişesi boyundaki kabağı gösterip gülerdim falan, bunlar aklımdan 1 saniye içerisinde hızlıca geçti ve öksürdüm, öhöm. Hiç tarzım değil v.v

Kolimde bol miktarda ekşi mor erik, tatlı kayısı, dolmalık ve normal biber, kabak, patlıcan, çeşitli yeşillikler, domates vs vardı. Sonra dedim ben dedim, ben bunlar hazır daha dolaba dahi girmemişken bunlarla şöyle uydurma bir salata yapayım, üzerine de et dileyim, benim goodful'dan, tasty'den neyim eksik dedim? Ta Sivas'tan gelmiş tazecik, organik, mis gibi sebzeler.

Uydurukçunun salatası!

Sonra efenim ben git kabağı ince şerit soy doğra, yanına kayısı dil, erik dil, biberleri tohumlarından ayırıp kocaman kocaman doğra, biberlerin arasına da kurumasınlar diye bir güzel yarım domates doğrayıp diz... Tepside adeta görsel şölen. Toz kırmızı biber, zeytinyağı ve tuzla harmanlamayı da unutma! "Spordan sonra yirim yea" diyerek aldığım 160 gramlık dana bifteği 2 dakika bir yüz 2 dakika bir yüz şeklinde mühürle ve folyoya koy, zeytinyağı, tuz ve karabiberle iki yüzünü ov, sonra üzerine bir sarımsağı dilip bir dilim de erik koy, biberiye serp, folyoya saar, tepsinin ortasına yerleştir!

Sonra bunları güzelce ısıttığım 200 derecelik fırına koydum. Süre de tutmadım zaten etin pişmemesi benim için pek problem sayılmaz. O esnasa da mis gibi semizotu, maydanoz, roka ve en sevdiğim kuzu kulağını, ve 2 dilim domatesi iri iri doğradım. Kabaklar kızarınca fırından aldığım sebzeleri ve meyveleri bu yeşil güzelliğe katıp elma sirkesi, limon, zeytinyağı ve tuzla hazırladığım salata sosumu da katıp iyice karıştırdım. Folyoyu dikkatle açtım zira etin suyu salmış mis gibi olmuştu, o suyu da salata kasesine döktüm ve etleri iri iri doğrayarak tekrar tuzladım ve kasenin üzerine ekledim. Bol sulu, ekşili tatlılı, taptaze leziz miz leziz bir salata oldu.

Hani denerseniz diye söylüyorum, afiyete nalet, helal ve bereketli olsun ^^




20 Temmuz 2017 Perşembe

Kısa zamanda öleceğim


Nefes alış verişleri kesikleşip memelerinin altından ter boşalmaya başlayınca uyanıyor olduğunu anlamıştı, ben de anlamıştım. Bunu uykuda anlamak keşke anlatılabilir bir şey olsaydı ya da ne bileyim bir kurabiye çeşidine ya da "boru paça olsun" gibi bir şeye tekabül edebilse, en azından kıyaslanabilseydi. Uyanır uyanmaz burnunun ucundaki sineği kovar gibi eliyle belli belirsiz bir "ay git şuradan" işareti yaptı ve gözlerini sabit bir noktaya dikti, açılmayı beklerken kısık sesle şöyle dedi: Kısa zamanda öleceğim. 

Bunu düşünmesi için hiç bir sebep yoktu, burnunun ucunda sinek, odada başka kimse de yoktu. Uyuduğu 3 saat öncesine nazaran hiç bir fark, başına gelen hiç bir olay, kulağına fısıldanan tek bir kelime dahi yoktu. Kışın içinden koşarak odasına gelip soğuk yatağına girmiş, güç bela kendini ısıtmış, deliksiz uyumuştu. Bir gün uyandığında kısa sürede öleceğini anlamak, bunu bilerek uyanmak da keşke anlatılabilir bir şey olsaydı. Şimdi kime dese inanmazdı. Hem neden inansınlardı? Ama mesela bu durumun "yeni didilmiş yük yastık" ya da "patlıcan kebabı" gibi dilde anlatacak kanıksanmış bir karşılığı, ismi olsaydı böyle mi olurdu? Herkes inanır, "aaa yapma ya tüh be ulan, daha da 30una varmadın" falan diye hüzünlenir, ona iyi davranmaya çalışırlardı.

Odaya tüm gürültüsü ile bağır çağır telefonla konuşarak Nadire girdi. Kapıyı çalmamış, çat diye ışığı yakmıştı. Nadire sus lütfen, o saçlarını da o kadar sıkı toplamayı kes. Ayrıca neredeyse diz kapağına kadar uzanan kazaklar giyinince kilonu saklamış olmuyorsun. Hem allah aşkına şu ucuz görünümlü pembe ruju da sil. Hem bak ben yakında öleceğim. Nadire, öleceğim diyorum. Sadece bunu bilerek uyandım, lütfen bana inan ve saçlarını aç. O ruju da sil. Kitaplarımı sakın satmayın ardımdan, bak en çok ona korkuyorum, hayır kolilere koyup saklayın, istemiyorum bağışlamak da arkadaşlarıma vermek de. En sevdiğim çocuk kitaplarım 2. Rafta, yeni aldıklarımı bu hafta ölmeden bitiririm, sadece onları Bahar ve Eda arasında paylaştır. Uyandım diyorum Nadire dinliyor musun? Öleceğim diyorum. Gelmiyorum nişana falan. Nadire git lütfen. Gitmezsen beklemek için bir sebebim olmayacak. ‎

E insan öleceğini öğrendiğinde bir panik hasıl olur genelde. Bir çözüm arar, yok olma korkusu bağlamından kopuk dahi olsa, adeta "kornişon turşusu" gibi herkesin tek seferde ne olduğunu çok iyi anlayabileceği ve empati yapabileceği bir şeydir malum (bana hiç kornişon turşusuyla empati yapmadım diyecek kadar sıkıcı olmadığınızı söyleyin lütfen?). Öleceğini öğrenmek ile anlamak arasındaki fark ise şüphesiz farklı bir hisse tekabül ediyor. Yine de sıradan insanlardan bir miktar farklı davrandığı doğru. Yani başkası olsa en azından yataktan bir doğrulur ve sevdiği birini arardı. Ne bileyim mutfağa gider bir bardak su ya da portakal suyu içer, vay bee falan derdi. Bizimki hala yüklüğe bakıyor, bugünden başlayarak pişman olduğu şeyleri geriye doğru gün gün saymaya çalışıyordu. Hayır onları telafi etmek için hiç bir şey yapmayacaktı. Belki yapacağı tek şey kalkıp Antalya'ya uçak bileti alıp ölene kadar Kaleiçi'nde elleri cebinde yürüyüp akşamları bira içmek ve sardunyaları olan o balkon teyzesine öleceğini söylemek olurdu. Yabancılar pek sorgulamaz. "Aaa" derler, "yapma ya tüh be, daha da çok gençsin." Ya da demezler, "gel bir dilim börek ye", "istersen sevişebiliriz", "elimde harika bir mal var", "bu kalçalara yazık olacak" ya da "belki ölmezsin" falan derler. Bilirsiniz. Yani biri gelip size "ben öleceğim" dese, ne demeniz gerektiğini. 

Bugün metroda aşık olduğu adamı düşündü. "Keşke elinden tutup Merter'de indirse, bir kolona yaslayıp dilimi ağzına soksaydım" diye düşündü, belki o yorgun ve hüzünlü bakışları biraz olsun değişir, biraz korku ve şaşkınlığa dönerdi. Yanlış bir şey olduğunu bilerek onu yapmaya devam etmek ise aman tanrım, yaramazlık baş döndürücü derecede tatlı. Keşke yapsaydım! Hem zaten yakında öleceğim, önümüzdeki haftaya çıkmam, keşke yapsaydım! Onun yerine hayranlıkla adamı ve onun çirkin burnunu dikkatle izlemiş, her şey bir filmmiş gibi kendinin de başkaları tarafından izlendiğini hayal ederek en güzel surat ifadesini takınmış, adam inerken arkasından gülümsemişti. Dilini ağzına sokmak dururken, biraz hüzünlü kabul edelim.

Zorla yataktan kalkıp Nadire'nin yaktığı ışığı tekrar söndürdü ve yatağa döndü. Öleceğini bilmek şu an onun için kar yağarken ve ince pijamaları ile sıcak soba dibinde otururken akşam yemeği için ekmek olmadığını hatırlamak gibi bir sıkıntıya denk düşüyordu. En yakın bakkal çok değil iki sokak ötedeydi ama anladınız işte. Öyle bir umarsız, mide bulandırıcı ama yapılmak zorunda olan bir durumun yarattığı "olgunlukla kabullenmek" hissini. Kim bilebilirdi ki aslında sadece son 3-4 günün pişmanlıklarını hesaplamaya çalışacak ve kitaplarını ve tanımadığı bir adamın ağzına sokamadığı dilini düşünecek kadar vakti olduğunu, o tekrar uyumadan önce.

Yelek Hayvanı

Patır patır koşuyordu karanlıkta. O hızlı patırtısına rağmen hiçbir şeye çarpmadan koşabiliyor, parke üzerinde oda dönüşlerinde viraj alırcasına ustaca kayıyor, tüm hareketleri çıkardığı seslerden tahmin ediliyordu. 
Elektrikler gideli 1 dakikadan fazla olmuştu ve perdenin açık kalmış aralığından yarım yamalak gördüğüm bir ışık huzmesinin gökyüzünde süzülmesinin ardından da öyle. Evde tek kalmaktan ya da karanlıktan pek korktuğum söylenemez, alışkınım şüphesiz. Fakat birden evin içerisinden gelen bu patırtılar benim dehşete kapılmama sebep oldu. İphone’umun ekranını alttan kaldırarak kısa yoldan fener imgesine bastım. Bir fener yanıyor ama mümkün değil aydınlatmıyor. Gözlüğümü bulamıyorum. Evden patırtılar geliyor. Bir şey evin içerisinde hiçbir şeye çarpmayacak kadar evi bilir gibi hızla koşuyor, parkemde kayıyor. Dehşete kapılıyorum. 
Göremiyorum ulan göremiyorum. Şu hayatta doğru düzgün görememek ve aynı anda tehlike altında olduğunu hissetmek kadar korkunç olan az şey bulunur herhalde diye düşünüyorum, içimdeki paniği dışıma vurmadan, gizli bir umarsızlık içerisinde kendini aydınlatmayan telefon feneri ile odaları gezerek Şukufe diye bağırmaya başlıyorum. Şukufe olmadığı koşarken çıkardığı tok sesten belli olmasına rağmen, daha ağır bir şey olduğunu bilmeme rağmen, Şukufe diyorum. Çünkü insan bela da olsa tanıdıktan gelsin ister, korkacaksam da bildiğim bir şeyden korkayım umudu. Korkmanın kendisine ilaveten bilinmezlik hali aklımı başımdan alıyor. Şukufe de benim ev arkadaşım, kendisi bir kedi, son derece tanıdık.
Söylemiştim sanırım, çaresizlikten, belirsizlikten ve lokantalarda garsonların sık sık doldurmamak için ağzına kadar doldurduğu peçeteliğe sıkışmış peçetelerden nefret ederim. Bu üçü bende ayrı ayrı korku yaratır. Her birinin tadı farklıdır. Çaresizlik ve belirsizlik halini birden yaşayarak odaları gezmeye devam ediyorum. Ulan kutu gibi 2+1 ev olmuş sana AkSaray canına yanayım. Olamaz böyle bir şey olamaz. Yanımdan yöremden hızla geçiyor rüzgarını hissediyorum ama göremiyorum olamaz. Keşke şu gözleri lazerle çizdirseydim diyorum. Bir keresinde bizim köylü Fatma teyzenin gözünü çizmişler lazerle, anlatırken ne denli acı çektiğini ve gözünün yandığının kokusunu aldığını söylemişti. Tabi bunları bir Sivas’lı şivesi ile küfür kıyamet anlatmıştı da, şimdi gerek yok. Sonunda ses kesiliyor. Hızlı hızlı odalara bakıp ağlar gibi sesler çıkarmaya başlıyorum. Hayır işin aksi Şukufe şıllığı da ortada yok. Sarılacağım bir canlıya ihtiyacım var. Halbuki atsana kızım kendini dışarı. Bunu da düşündüm! Düşünmedim değil. Anahtarı bulamam karanlıkta eve geri giremem diye korktum. Ne yersiz bir korku. Zaten rüyalar var yersiz korkular serpen.
Gördüm seni! Tahta bacaklı vintage koltuğumun altında beyaz bir öbek soluklanıyor. O ne canına yanayım o ne lan? NE BU! Koltuğumun altında kocaman gözleri azıcık fenerden parlayan iri kulaklı bir şey var, tavşan desen tavşan değil, köpek desen köpek değil. Tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum ve derin bir dehşet içerisindeyim. Kalbim ağzımdan çıkacak ağzımdan. Nasıl olduğunu anlamamakla birlikte bir sonraki sahnede hayvan benzeri şeyi kucağımda buluyorum. Bu sahnede ne olduğunu biliyorum. Hani Pokemon’un sonunda pokeler için önemli güce sahip bir iyi bir kötü tanrı gibi pokemon kavga ediyordu hatırlarsınız. Hah işte bu onların iyi olanı, beyaz olanı. 
Yani kucağımda bir pokemon tanrısı taşıyorum ve beni yalıyor. İnşorla aşısı vardır. En az 15 kilo bir şey. Yüzümü yalıyor. Hala korkuyorum ama bu sefer hayvandan değil kapıdaki seslerden, karanlıktan ve az görüyor olma halinden. Kapıyı açıyorum, bizim yoldaşlardan birinin babası Engin abi ve gerçek hayatta sevgilisi olmayan yanındaki sevgilisi. Napıyorsun yoldaş hayırdır diyorlar. Üst katımızda oturuyorlarmış. Kucağıma bakıyor Engin abi, olayı hemen anlıyor. DİREKT ÇAKOZLUYOR OLAYI. Çünkü Engin abiyi gerçek yaşamımda da bir sorun çözücü bilge olarak kodlamışım kafamda. Diyorum ben evde bunu buldum abi diyorum, ama yani biliyorsun benim kedim var yavruları var kedimin, şimdi ben bunları nasıl diyorum aynı anda şeyapayım iki göz odanın içerisinde. Bunun diyorum şimdi tuvalet eğitimi var mı yok mu bilmiyorum. Engin abi diyor sen ver onu.
Birden ertesi gün oluyor, holdeyim benim holde evde komşular var. Komşulardan biri True Blood dizisindeki Jessica, hani şu Bill’in sonradan vampir yaptığı kilise korosundaki kız, sonradan afedersiniz orospu olan. Onla konuşuyoruz diyor ki biz o köpeği diyor (köpek mi??? Sensin köpek lan pokemon o, peri katili pis vampir) Necla teyzeye verdik. Sonra gidiyorum bakıyorum, evet duyduklarım doğruymuş, Necla teyze benim pokemona YELEK örmüş. Yanlış duymadınız. YELEK ÖRMÜŞ HAYVANA. Şok oluyorum. Kahırlara düşüyorum. Dünyadaki tüm köylülükler bana mı münhasır allahım. Yeleğin sarı kırmızı yeşil boncuklarına bakıyorum. Zaten rengarenk olan bir yeleğe neden yine böyle renkli renkli düğmeler takmış ki diye üzülüyorum bir de, rüküşlüğüne, zevksizliğine üzülüyor ve yüzümü ekşitip söyleniyorum: keşke vermeseydim -_-

Aşk mektubu


Parmaklarımı üzerinde gezdirdiğimdendir tadıyorum nefesi. Parmak uçlarımla üzerinde gezdim, nice diyarlar, çöller ve uçsuz bucaksız yemyeşil ormanlar geçtim üzerinden. Bitmek bilmeyen görünmez dünyalar, sonsuz sanılan mavilikler geçtim. Parmak uçlarımla üzerinde gezdim. Adı sanı bilinmez bir his keşfettim, gittim peşinden. Yeni doğan gibi hızlı büyüyen, biraz muhtaç aslında epey, ürkek ve heyecanlı da biraz, meraklı da bir o kadar, oyunbaz, haylaz. Yeni kesilen saç gibi hızlı uzayan bir takım duygular. Gözlerimle ve gördüklerimle üzerinde gezdim, yavaş yavaş baktım, doya doya.
Sen, benim kadife dilli istiridyem, ılıman yumuşak sularda, kaybolmuş umarsız ruhlara zamanın ötesinden seslenen bir ses aralığı ile, sesleniyorsun. Güçsüzlüğünden timsahlara yenik düşmüş susamış karacaların, bir yılan midesinde kabuğunu kıramamış zavallı kuşların, annesinin memesinde ölmüş yavru kedilerin, şarkı söylerken ağlara takılmış yunusların ruhlarına ses ediyorsun. Tarihin ötesinden masallar anlatıyor, şiirlerden ninniler mırıldanıyorsun.
İki çıplak tenin birbirine değmeden durabileceği en yakın noktada hissedilen bir sıcaklık vardır, karşındakinin kan akışını tüylerinde hissettiğin, bir akşamüzeri bulutların arasından birden vurmuş güneş gibi bir sıcaklık. Her an kaybolacak gibi, saklamak ve sarmalanmak istediğin bir sıcaklık. Gözlerim kazara da olsa gözlerine değdiğinde hissettiğim, o belki zaman zaman bir saniyelik tesadüfi bakış çarpışmasında uyluklarıma ve kasıklarıma yayılan, saklamak istediğim bir sıcaklık.
İki parmağımla dudaklarını aralıyorum, çok sevilen duyguların kendisi gibi dudakların. Neşenin, özlemin, heyecanın. İki parmağımla az önce dilini gezdirdiğin tatlı sular gibi ıslak dudaklarını aralıyorum. Çiçeklerden şekerli özler emmek gibi dudaklarından öpmek, beslenmek gibi de. Uyurken kendi yüzüne düşen saçlarının tatlı ürpertisi ile biraz heyecanlı ve tedirgin uyanmak gibi. Sonra tekrar yarım bıraktığın o güzel rüyayı tamamlamak gibi. Yeni dünyalar ve tatlı limonlar tatmış dillerimiz birbirine değiyor. Dişlerimi dişlerine geçiriyorum. Sen, benim kadife dilli istiridyem, ağzımın tam içinden, insanlığın birikimine, bilinen ve bilinmeyen tarihine, en doğal seçilimine, evrimine sesleniyorsun.

Duvar dibinde bir yatakta


Bir bütünlük bu kadar mı acı verici derecede bozulur onsuz. Dişlerimin sağlam ve keskin olmasının saadetine sarılarak, sınırlarını kendim belirlediğim bir yolculuğa çıkıyorum. Ormanları geziyorum önce, kendi başına gezmeyi ne kadar özlemişim. Daha önce göğsümde taşıdığım sıcak keyifli ağır mırıltının aksine sırtımda bir yük varmış gibi daha çok. Dizlerimi hafif kırarak, biraz da ayaklarım yere değmeden yürüyorum. Ayaklarıma bir şeylerin batma ihtimali, ya da belki bir takım böcekleri fark etmeden ezebilme ihtimali, ezdiğinde yaşadığın o vicdan azabıyla karışık iğrenme hali beni öylesine sarsıcı derecede ürkütmekte ki, ayaklarım yere basmadan geziyorum. Arada durup sevdiğim ağaçlara sarılarak, öperek onları. Dişlerimi gövdelerine geçirip koparmadan, onlarla konuşa konuşa geziyorum. Karanlığın aydınlıktan yoksun ışıkları, ağaçların arasından başımdaki ağrıya sızıyor. Yaprakların arasından gördüğüm o koyu ve soğuk renkler, sisli bir uçsuzluk, bilinmezliğin ıstırabı, gezmeye devam ediyorum.
Öyle bir gece ki, gecesi gündüzümüz olmuş olan kendi dünyalarının arsız savaşçısı çeşit çeşit hayvan bile sinmiş kimi kovuklara, kendi ruhsuzluklarının kovuklarından bahsediyorum. Dünyanın en büyük sıkıntısı sandıkları önemsiz ve tali dertlere sinmiş ve oradan çıkmayı korkutucu bulmuşlar, bu aşikar. Dişlediğim ağaçlar fısıldadı. Dişlerimin arasından genzime doğru rahatsız edici sadece bana özgü bir haykırışla. Fısıldadılar. Birbirine çarpan yapraklar bile ses çıkarmıyor, ne bir hışırtı, ne bir şarkı. Sol kolumdan bir soğukluk vuruyor. Sokaklara varıyorum. Dünyası kendi etrafında dönen insanların hınca hınç doldurduğu ve birbirlerinin etlerini çiğnediği sokaklara. İçlerinden geçiyorum. Bedenlerinin ve zihinlerinin, geçmişlerinin ve geleceklerinin de öyle. Ağızlarını oynatıyorlar. Kahkahalar atıyorlar belki, belki küfür kıyamet sövüyorlar. Belki küfür kıyamet aşıklar ve tutkuyla yanıp kavruluyorlar. Ateşlerini görebiliyorum, dumanları tütüyor. Sıcacıklar demek fazla hafif kalıyor ama, sıcacıklar. Tekrar etmekten yoğun zevk aldıkları hatalar yapıyor, pişmanlıklarının mantıksızlığını kavramış biçimde iç güdüleri ile hayvanlar gibi azıyorlar. Görebiliyorum. Beslenmeyi kolaylaştırmış ve sözde medenileştirmiş bir takım araç gereçlerle beslenip, elleri avlarına temas etmemesine rağmen parmaklarını yalıyorlar. Yedikleri şeye dokunma ihtimalinden korktukları, bunun vicdani sorgulamasını yaşayacaklarını bildiklerinden kullandıkları çatalları yemekleri bittikten sonra bir kenara koyuyor, etlere ve sebzelere sapladıkları, ağızlarından çıkmış çatalları bir kenara bırakıp parmaklarını emiyorlar. Kendi besin döngülerine dokunmanın korkusunu yaşayarak zaferlerinin tadına parmakları ile bakıyorlar.
Birbirlerinin gözlerine bakıyorlar, ya da bakmıyorlar. Birbirlerinin bacaklarına ve dudaklarına bakıyorlar, şehvetle dolular. Görebiliyorum. Turuncu ışıklar vuran sokak lambalarının altında, ateşin etrafında verdikleri kurbanın ardından ritmik gürültülerle dans eden yabanıllara benziyorlar. Doğal seleksiyonun şanslı piçleri. Biri diğerinin kıçını okşuyor. Kasıkları elektrikleniyor ve içindeki coşku göğsünü parçalayarak dışarı çıkmayı başarıyor. Diğerinin sırtına kanı sıçrıyor, diğerinin gözleri kayar gibi oluyor, ağzından sular akarak gülümsüyor. Görebiliyorum. Tıpkı orman gibi fakat, ses yok, yok ses fakat. Ayaklarım hala yere değmeden içlerinden geçip gidiyorum.
Bir kumsala çıkıyor sokağın sonu. Denize değil fakat, kumsala çıkıyor. Yazar burada önemsenmesi gerekenin deniz değil, bazen kumsal olduğunu vurguluyor. Durup denizleri izlediğin kumsal da deniz kadar önemli değil midir, ve onun kadar romantik? Ayaklarının bastığı kumsal, denizin dibindeki kumun devamı, denizi üzerinde taşıyan ve tüm canlıların minnet duyması gereken ama yok sayılan kumsal, görmezden gelmek terbiyesizlik değil mi biraz? Ellerimi yere saplıyorum, ince kumları avuçluyorum. Dolunay olmasa da güzel bir ay var, olması gerektiği kadar güzel ve olması gerektiği kadar beyaz bir ışık saçan. Kaktüslerin ve orkidelerin arasından geçip bir merdivene varıyorum. Saçlarım yüzüme düşüyor, kaldırmıyorum. Basmadan çıkıyorum merdivenleri yine, ama uçmuyorum. Dar bir koridordan, bir sürü kimselerin yaşamlarından geçerek bir kapıya varıyorum. Daha önce kendime kapı yaptığım bir kapı değil fakat, gerçek bir kapıdan bahsediyorum. Açık bir kapıdan. İçeri giriyorum. İçeri giriyorum. Kimse yok. Her zaman yapıyor olmanın verdiği alışkanlıkla, kafamdan var ediyorum. Mideme sarhoşluğun ağrısı giriyor. Daha önce kendime yaptığım açık bir kapı var, sağ kolum da üşümesin diye belki de, kapatıyorum. Duvar dibinde bir yatakta, ayakta uyuyorum. Yarın yeni bir insan gibi hissetmeyi umarak. Tam da başladığım yerde.

8 Nisan 2017 Cumartesi

Kilisenin dibinde bir Zulal hala


Tarih boyunca insanların huzur ve güven içerisinde yaşadığı bir dönem sanmıyorum ki olsun. Her dönemin gerçekliği ve koşulları o dönemin tanıkları için bir dizi sıkıntıları beraberinde taşıyordu şüphesiz. Açlık ihtiyacımı giderebilmek için avlanmak durumunda değilim belki ama savaştan kaçan insanları linç edip, çadırlarını baltalarla parçalayan barbar bir orduyla yaşamak zorundayım diye düşündüm (bu neredeyse korsan filmci Erdem ile çarpışmadan hemen önceydi). Kaza eseri dünyanın en büyük imparatorluklarından birinde padişaha rakip olabilecek, katlimin fermanı kardeşim tarafından verilecek toy bir delikanlı olarak, ya da Nazi vahşetinden kaçmaya çalışan bir Yahudi olarak da doğmadım. Bu satırları şimdikinden 200 yıl sonra yazsam, belki de tam olarak şimdi durduğum yeri önceki cümleme bir virgül daha ekleyip örnek olarak verecektim. Kişisel dezavantajlarımı ve sistem için düşman olmamı gerektiren bir dizi sebebi –bunlara ihtiyaç duymadan da yeterince zor olduğu için- es geçiyorum.

Savaşla yaşamak zorunda, toplumca yitirilen ve bu sebeple bir zulüm haline dönüşen birlikte yaşam koşullarıyla, tüm dünyanın gözleri önünde işlenen cinayetlere tanık olarak (Santiago Nasar cinayetinden farklı olarak başından itibaren hiçbir “acaba”ya yer bırakmayacak derecede yöntemi ve sonucu açık biçimde), bu cinayetlerle övünmekten herhangi bir çekince duymayan insanların arasında, yüzüne hapşırmaktan da çekinmeyen, ya da gözlerini memelerine dikmekten de çekinmeyen, hatta sana tecavüz de etmekten çekinmeyen, ya da ya da ya da. Listemiz öyle uzayıp gidiyor ki mesela ne kadar uzadığını düşünmek ayrı bir stres yaratıyor.

Bir aylak gibi vitrinlerin önünden geçip, arada duraksayıp gördüğüm haberlerin alt yazılarını ve birkaç saniyede bir tekrar eden aynı görüntüleri birkaç saniye izledikten sonra, eve gelene dek haber bültenleri için kayda değer bulunan haberlerin hepsini öğrenmiş, hatta bir iki komik kedi ve bebek videosu bile izlemiştim. Nasıl talihsiz bir döneme ve koşullara denk geldiğimi, bundan kendi kendime hayıflanırken aslında her dönem çoğunluğun benzer hayıflanmalarla belki de dudağının içini kemirerek –tıpkı şimdi benim yaptığım gibi- aylak aylak yürüdüğünü düşündüm.

Sonra bugün otobüsteki o kadınlar ya da benim halim de neydi öyle? Kendimi tanıyamaz duruma geldiğim bir nefrete, belki kibre, tahammülsüzlüğe sahip halim? O da nesiydi? Peki ya o otobüse arkadan itile itile bindirilen, hepsi birbirine benzer şekilde giydirilmiş, bir kısmı tırnaklarını yemiş içe kapanık ve sanki her kötü ihtimali gözlerinde topluyormuşçasına kocaman bir korkuyla –büyüklerin- dizleri ve baldırları arasında etrafına bakınan zavallı çocuklarla, muhtemelen onların kuzenleri ya da komşuları olan daha cin göz, yaramaz ve istediğini alana dek bilmiş bilmiş konuşan ya da bağıran çirkin çocuklar? Ya onların anneleri ve ablaları ve teyzeleri ve Songül yengeleri ve Nermin halaları ve Rıfat amcalarının karıları? Bu topluca sosyalleşmeye çalışan aslında toplumun çoğunluğunu oluşturan tipolojinin bana ne haddimse garip gelmesiyle beraber, evet bu altın gününe giden kadınların memelerini ve göbeklerini, daha kısa olanların koltuk altlarını biz oturanların kafasına sürtmesi ve Tigran Hamasyan’a karışan bir takım gelin görümce çekişmelerinin yüksek sesle yapılan dedikodusu? O da neydi öyle? Takribi 70 dakika sürecek olan yolda yapacağım ya da yapmayacağım her hamleyi düşünmek ve eve ruh/sinir sağlığıma en az hasar verecek şekilde varmam gerektiğini anladığım an? Hey o da neydi öyle? Kamburumu çoğalttım, lacivert pardösülü kadının koltuğunun altında, memeleri ve başörtüsünün püskülleri kafama değerken ağrıyan kasıklarımı sıcak tutma çabası ile, okuduğum metne ve dinlediğim müziğe odaklanmaya çalışarak koltukta adeta saklanmaya çalışmam? Kafasını kutuya sokup görünmediğini sanan salak kediler gibi? Bir takım tali modern insan sıkıntıları. Şehirleşmeden bıktım usandım, bir an önce işe girsem de iyice delirsem, powerbank’imin şarjı bitti, internet faturamı ödemem gerek, eve giderken odaya yüksek watt tasarruflu bir ampul almayı ihmal etmeyeyim, güneş de yok çamaşırları salona asacağım ve tüm akşam burnum kaşınacak lanet olsun. Lanet olsun böyle insanlara, bu yaz denize girebilecek miyim, bikini giyebilecek miyim, savaşa gidenler dönebilecek mi, gözlüğümü nereye koydum?

Sonra birden sıçrıyorum olduğum yerde. Annemin ağzından hafifçe bir geğirti çıkıyor. Önce pardon diyor. Ne düşünüyorsam ondan sıyrılmaya çalışıyorum tam o an, kafam anlatmakta zorlanacağım derecede bulanık. Sonra gözleri elinde yapmakta olduğu işte olan annem tekrar sesler çıkarmaya başlıyor. Sesler dediğime bakmayın zira kendisi benimle konuşuyor. İlk söylediği birkaç kelimeyi yakalayamasam da algılarımı açabiliyorum. Zulal hala diyor, “Zulal hala da kilisenin dibinde otururdu, kara kuru çirkin bir kadındı, hatırımda yaşlı doğmuş kadar yaşlıydı, kilisenin dibinde oturur torunlarına sırtını öfelettirirdi. Sırtı öfelendikçe de tok tok geğirirdi. Rahmetliyi hep öyle hatırlarım.” Bu lafın üzerine gözlerimi tekrar annemin elindeki patatesten çekip kapıdan sızan ışığa çevirdim. Üzerine düşünmem ve hayalimde canlandırmam gereken birkaç ayrı konu var. Sonra sıralamayı pek hatırlamıyorum. Önce Zulal halayı hayal etmişim misal. Şimdi torunları ile tanış olduğum bir kadın. Zayıf, esmer, belirgin şakaklara sahip bir yüz, yöresel bir fes ve eski yazmalarla yarım örtülmüş bir baş. Sonra bir alemdir bizim köy. Yukarı ve aşağı mahalle olarak bölünmüştür. Köyün meydanı aşağı mahallede olmakla birlikte aşağı mahalleden yukarı mahalleye çıkılan yoldadır. Tüm köyün ihtiyacını gideren dağ suyu köyde dört yerden geçer, biri bizim yukarı evin (sonradan kuruyacak olan) hargı, biri yukarı evin önündeki çeşme, biri köy meydanı, biri kilisenin karşısı yani bizim diğer evin önündeki çeşme olmak üzere dört adet gürül gürül patlayan su noktası. Buraya nasıl geldiğimi ise inan hatırlamıyorum. Köy dediğimde aklıma hemen bu çeşmeler ve etrafındaki yerleşik yaşam geldiğinden olacak, her yolun çeşmelere çıkması gibi, köye dair tüm anılarım çeşmelere çıkıyor.


Sevilen kedilere Ermenice insan isimleri verilen bu köyde sosyalleşme köy meydanından ziyade kilisenin dibinde, kilisenin karşısında, kilisenin çeşmesinin çevresinde yani kilise meydanında yapılır. Şimdilerde içerisinden ince bir dere geçen, ısırgan bağlamış, bir yanına saman yığılmış, tavanı olmayan ve kimi duvarları yıkık olan bu kilise dönemin yaşlılarının buluşma ve dinlenme mekanıymış. Bizim köyde kahvehane yoktur misal. Kadınlar ve erkekler hep birlik kilisenin dibinde oturur, gelenle geçenle laflar, gün arası mola verirler. O dönem de durum tam olarak böyleymiş. Ermenilerin zorunlu göçünün ardından köye yerleşen Alevilik inancına mensup dar bir nüfus, çok sevimli ve masum görünmekle birlikte öyle olmadığını anımsamamız gereken bir yaşam paylaşmış, üremiş, akraba olmuş. İşte neyse kilisenin dibinde oturup sırtını ovduran ve geğirerek rahatlayan Zulal halayı düşündüm. Kim bilir hangi mide hastalığından muzdarip olan bu kadının çocukluğuna ve gençliğine dair bilinmeyen anılarını, hayallerini, tasalandığı şeyleri, merak ettiği şeyleri, sonra kimsenin pek de üzerine düşünmediği cinsel arzularını, mesela yataktaki halini, kocasını sevip sevmediğini, başka birini isteyip istemediğini, akşamüzeri tarlalarda koştuğunu, yengeçlerin güneşlendiği bir saat kalenin dibindeki derede çamaşır yıkadığını, gülümsediğini, gözlerini kapatıp yaprakların hışırtısını ve rüzgarı dinlediğini, sözgelimi bir kedi sevdiğini, bir keçi sağdığını, çiçeklerin yapraklarını okşadığını, yanaklarını ve dudaklarını kızartmak için karamık sürdüğünü, sonra arılardan kaçtığını, eline yeni geçen taze bir entariye sarılıp uyuduğunu, hiç deniz görmediğini, bir sürü şeyi. Küçük bir köyde başka insanların acılar içerisinde bıraktığı evlerde ve topraklarda yaşayan, belki mutlu olmaya çalışan, onların fırınında topluca ekmek pişiren, sıcak ekmeğe yağ, peynir dürüp yiyen, yanına çay demleyip ceviz gölgelerinde dinlenen insanları, bunların ilişki ağlarını, bilinmeyen niceleri düşündüm. Sonra kapının arasından sızan ışık kesildi. Yoksa Zulal halanın kilise meydanında sırtını bir bebekmişçesine okşayan ve onu geğirten torun olmanın ne demek olduğu üzerine de, bu duydukça ve yazdıkça masum, belki sevimli, genellikle (belki de bağlarım nedeni ile) tebessüm ettiren –hatıranın- bugün otobüste göbeğini kafama sürten teyzelerle ne gibi bir farkı olduğunu da, hissettirdiklerini de düşünecektim. Elektrikler kesilmiş olsa gerek, bu belediyeler yaşamımızı mahvediyorlar. Lanet olsun.