Patır patır koşuyordu karanlıkta. O hızlı patırtısına rağmen hiçbir şeye çarpmadan koşabiliyor, parke üzerinde oda dönüşlerinde viraj alırcasına ustaca kayıyor, tüm hareketleri çıkardığı seslerden tahmin ediliyordu.
Elektrikler gideli 1 dakikadan fazla olmuştu ve perdenin açık kalmış aralığından yarım yamalak gördüğüm bir ışık huzmesinin gökyüzünde süzülmesinin ardından da öyle. Evde tek kalmaktan ya da karanlıktan pek korktuğum söylenemez, alışkınım şüphesiz. Fakat birden evin içerisinden gelen bu patırtılar benim dehşete kapılmama sebep oldu. İphone’umun ekranını alttan kaldırarak kısa yoldan fener imgesine bastım. Bir fener yanıyor ama mümkün değil aydınlatmıyor. Gözlüğümü bulamıyorum. Evden patırtılar geliyor. Bir şey evin içerisinde hiçbir şeye çarpmayacak kadar evi bilir gibi hızla koşuyor, parkemde kayıyor. Dehşete kapılıyorum.
Göremiyorum ulan göremiyorum. Şu hayatta doğru düzgün görememek ve aynı anda tehlike altında olduğunu hissetmek kadar korkunç olan az şey bulunur herhalde diye düşünüyorum, içimdeki paniği dışıma vurmadan, gizli bir umarsızlık içerisinde kendini aydınlatmayan telefon feneri ile odaları gezerek Şukufe diye bağırmaya başlıyorum. Şukufe olmadığı koşarken çıkardığı tok sesten belli olmasına rağmen, daha ağır bir şey olduğunu bilmeme rağmen, Şukufe diyorum. Çünkü insan bela da olsa tanıdıktan gelsin ister, korkacaksam da bildiğim bir şeyden korkayım umudu. Korkmanın kendisine ilaveten bilinmezlik hali aklımı başımdan alıyor. Şukufe de benim ev arkadaşım, kendisi bir kedi, son derece tanıdık.
Söylemiştim sanırım, çaresizlikten, belirsizlikten ve lokantalarda garsonların sık sık doldurmamak için ağzına kadar doldurduğu peçeteliğe sıkışmış peçetelerden nefret ederim. Bu üçü bende ayrı ayrı korku yaratır. Her birinin tadı farklıdır. Çaresizlik ve belirsizlik halini birden yaşayarak odaları gezmeye devam ediyorum. Ulan kutu gibi 2+1 ev olmuş sana AkSaray canına yanayım. Olamaz böyle bir şey olamaz. Yanımdan yöremden hızla geçiyor rüzgarını hissediyorum ama göremiyorum olamaz. Keşke şu gözleri lazerle çizdirseydim diyorum. Bir keresinde bizim köylü Fatma teyzenin gözünü çizmişler lazerle, anlatırken ne denli acı çektiğini ve gözünün yandığının kokusunu aldığını söylemişti. Tabi bunları bir Sivas’lı şivesi ile küfür kıyamet anlatmıştı da, şimdi gerek yok. Sonunda ses kesiliyor. Hızlı hızlı odalara bakıp ağlar gibi sesler çıkarmaya başlıyorum. Hayır işin aksi Şukufe şıllığı da ortada yok. Sarılacağım bir canlıya ihtiyacım var. Halbuki atsana kızım kendini dışarı. Bunu da düşündüm! Düşünmedim değil. Anahtarı bulamam karanlıkta eve geri giremem diye korktum. Ne yersiz bir korku. Zaten rüyalar var yersiz korkular serpen.
Gördüm seni! Tahta bacaklı vintage koltuğumun altında beyaz bir öbek soluklanıyor. O ne canına yanayım o ne lan? NE BU! Koltuğumun altında kocaman gözleri azıcık fenerden parlayan iri kulaklı bir şey var, tavşan desen tavşan değil, köpek desen köpek değil. Tam olarak ne olduğunu anlayamıyorum ve derin bir dehşet içerisindeyim. Kalbim ağzımdan çıkacak ağzımdan. Nasıl olduğunu anlamamakla birlikte bir sonraki sahnede hayvan benzeri şeyi kucağımda buluyorum. Bu sahnede ne olduğunu biliyorum. Hani Pokemon’un sonunda pokeler için önemli güce sahip bir iyi bir kötü tanrı gibi pokemon kavga ediyordu hatırlarsınız. Hah işte bu onların iyi olanı, beyaz olanı.
Yani kucağımda bir pokemon tanrısı taşıyorum ve beni yalıyor. İnşorla aşısı vardır. En az 15 kilo bir şey. Yüzümü yalıyor. Hala korkuyorum ama bu sefer hayvandan değil kapıdaki seslerden, karanlıktan ve az görüyor olma halinden. Kapıyı açıyorum, bizim yoldaşlardan birinin babası Engin abi ve gerçek hayatta sevgilisi olmayan yanındaki sevgilisi. Napıyorsun yoldaş hayırdır diyorlar. Üst katımızda oturuyorlarmış. Kucağıma bakıyor Engin abi, olayı hemen anlıyor. DİREKT ÇAKOZLUYOR OLAYI. Çünkü Engin abiyi gerçek yaşamımda da bir sorun çözücü bilge olarak kodlamışım kafamda. Diyorum ben evde bunu buldum abi diyorum, ama yani biliyorsun benim kedim var yavruları var kedimin, şimdi ben bunları nasıl diyorum aynı anda şeyapayım iki göz odanın içerisinde. Bunun diyorum şimdi tuvalet eğitimi var mı yok mu bilmiyorum. Engin abi diyor sen ver onu.
Birden ertesi gün oluyor, holdeyim benim holde evde komşular var. Komşulardan biri True Blood dizisindeki Jessica, hani şu Bill’in sonradan vampir yaptığı kilise korosundaki kız, sonradan afedersiniz orospu olan. Onla konuşuyoruz diyor ki biz o köpeği diyor (köpek mi??? Sensin köpek lan pokemon o, peri katili pis vampir) Necla teyzeye verdik. Sonra gidiyorum bakıyorum, evet duyduklarım doğruymuş, Necla teyze benim pokemona YELEK örmüş. Yanlış duymadınız. YELEK ÖRMÜŞ HAYVANA. Şok oluyorum. Kahırlara düşüyorum. Dünyadaki tüm köylülükler bana mı münhasır allahım. Yeleğin sarı kırmızı yeşil boncuklarına bakıyorum. Zaten rengarenk olan bir yeleğe neden yine böyle renkli renkli düğmeler takmış ki diye üzülüyorum bir de, rüküşlüğüne, zevksizliğine üzülüyor ve yüzümü ekşitip söyleniyorum: keşke vermeseydim -_-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder