20 Temmuz 2017 Perşembe

Duvar dibinde bir yatakta


Bir bütünlük bu kadar mı acı verici derecede bozulur onsuz. Dişlerimin sağlam ve keskin olmasının saadetine sarılarak, sınırlarını kendim belirlediğim bir yolculuğa çıkıyorum. Ormanları geziyorum önce, kendi başına gezmeyi ne kadar özlemişim. Daha önce göğsümde taşıdığım sıcak keyifli ağır mırıltının aksine sırtımda bir yük varmış gibi daha çok. Dizlerimi hafif kırarak, biraz da ayaklarım yere değmeden yürüyorum. Ayaklarıma bir şeylerin batma ihtimali, ya da belki bir takım böcekleri fark etmeden ezebilme ihtimali, ezdiğinde yaşadığın o vicdan azabıyla karışık iğrenme hali beni öylesine sarsıcı derecede ürkütmekte ki, ayaklarım yere basmadan geziyorum. Arada durup sevdiğim ağaçlara sarılarak, öperek onları. Dişlerimi gövdelerine geçirip koparmadan, onlarla konuşa konuşa geziyorum. Karanlığın aydınlıktan yoksun ışıkları, ağaçların arasından başımdaki ağrıya sızıyor. Yaprakların arasından gördüğüm o koyu ve soğuk renkler, sisli bir uçsuzluk, bilinmezliğin ıstırabı, gezmeye devam ediyorum.
Öyle bir gece ki, gecesi gündüzümüz olmuş olan kendi dünyalarının arsız savaşçısı çeşit çeşit hayvan bile sinmiş kimi kovuklara, kendi ruhsuzluklarının kovuklarından bahsediyorum. Dünyanın en büyük sıkıntısı sandıkları önemsiz ve tali dertlere sinmiş ve oradan çıkmayı korkutucu bulmuşlar, bu aşikar. Dişlediğim ağaçlar fısıldadı. Dişlerimin arasından genzime doğru rahatsız edici sadece bana özgü bir haykırışla. Fısıldadılar. Birbirine çarpan yapraklar bile ses çıkarmıyor, ne bir hışırtı, ne bir şarkı. Sol kolumdan bir soğukluk vuruyor. Sokaklara varıyorum. Dünyası kendi etrafında dönen insanların hınca hınç doldurduğu ve birbirlerinin etlerini çiğnediği sokaklara. İçlerinden geçiyorum. Bedenlerinin ve zihinlerinin, geçmişlerinin ve geleceklerinin de öyle. Ağızlarını oynatıyorlar. Kahkahalar atıyorlar belki, belki küfür kıyamet sövüyorlar. Belki küfür kıyamet aşıklar ve tutkuyla yanıp kavruluyorlar. Ateşlerini görebiliyorum, dumanları tütüyor. Sıcacıklar demek fazla hafif kalıyor ama, sıcacıklar. Tekrar etmekten yoğun zevk aldıkları hatalar yapıyor, pişmanlıklarının mantıksızlığını kavramış biçimde iç güdüleri ile hayvanlar gibi azıyorlar. Görebiliyorum. Beslenmeyi kolaylaştırmış ve sözde medenileştirmiş bir takım araç gereçlerle beslenip, elleri avlarına temas etmemesine rağmen parmaklarını yalıyorlar. Yedikleri şeye dokunma ihtimalinden korktukları, bunun vicdani sorgulamasını yaşayacaklarını bildiklerinden kullandıkları çatalları yemekleri bittikten sonra bir kenara koyuyor, etlere ve sebzelere sapladıkları, ağızlarından çıkmış çatalları bir kenara bırakıp parmaklarını emiyorlar. Kendi besin döngülerine dokunmanın korkusunu yaşayarak zaferlerinin tadına parmakları ile bakıyorlar.
Birbirlerinin gözlerine bakıyorlar, ya da bakmıyorlar. Birbirlerinin bacaklarına ve dudaklarına bakıyorlar, şehvetle dolular. Görebiliyorum. Turuncu ışıklar vuran sokak lambalarının altında, ateşin etrafında verdikleri kurbanın ardından ritmik gürültülerle dans eden yabanıllara benziyorlar. Doğal seleksiyonun şanslı piçleri. Biri diğerinin kıçını okşuyor. Kasıkları elektrikleniyor ve içindeki coşku göğsünü parçalayarak dışarı çıkmayı başarıyor. Diğerinin sırtına kanı sıçrıyor, diğerinin gözleri kayar gibi oluyor, ağzından sular akarak gülümsüyor. Görebiliyorum. Tıpkı orman gibi fakat, ses yok, yok ses fakat. Ayaklarım hala yere değmeden içlerinden geçip gidiyorum.
Bir kumsala çıkıyor sokağın sonu. Denize değil fakat, kumsala çıkıyor. Yazar burada önemsenmesi gerekenin deniz değil, bazen kumsal olduğunu vurguluyor. Durup denizleri izlediğin kumsal da deniz kadar önemli değil midir, ve onun kadar romantik? Ayaklarının bastığı kumsal, denizin dibindeki kumun devamı, denizi üzerinde taşıyan ve tüm canlıların minnet duyması gereken ama yok sayılan kumsal, görmezden gelmek terbiyesizlik değil mi biraz? Ellerimi yere saplıyorum, ince kumları avuçluyorum. Dolunay olmasa da güzel bir ay var, olması gerektiği kadar güzel ve olması gerektiği kadar beyaz bir ışık saçan. Kaktüslerin ve orkidelerin arasından geçip bir merdivene varıyorum. Saçlarım yüzüme düşüyor, kaldırmıyorum. Basmadan çıkıyorum merdivenleri yine, ama uçmuyorum. Dar bir koridordan, bir sürü kimselerin yaşamlarından geçerek bir kapıya varıyorum. Daha önce kendime kapı yaptığım bir kapı değil fakat, gerçek bir kapıdan bahsediyorum. Açık bir kapıdan. İçeri giriyorum. İçeri giriyorum. Kimse yok. Her zaman yapıyor olmanın verdiği alışkanlıkla, kafamdan var ediyorum. Mideme sarhoşluğun ağrısı giriyor. Daha önce kendime yaptığım açık bir kapı var, sağ kolum da üşümesin diye belki de, kapatıyorum. Duvar dibinde bir yatakta, ayakta uyuyorum. Yarın yeni bir insan gibi hissetmeyi umarak. Tam da başladığım yerde.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder